20 Temmuz 2009 Pazartesi

thom'un yeni tipi, pardon şarkısı

tipini seviyim sana bi şey olmasın thom.

19 Temmuz 2009 Pazar

birgün'de oyunlar

birgün'ün bugünkü ekinde 3 sayfa oyunlar dosya konusu var. benim de oyungezer'deki "savaşan oyunlar, oynanan savaşlar" yazısının kısa bir hali. okuyalım okutalım, yorumlarımızı paylaşalım (fakat 1 lira'ya "halkın gazetesi" olmaz, kusura bakmayın ama).

21 Haziran 2009 Pazar

hepimiz "erdemli vatandaşlar" mıyız?


bilen biliyor, ben de artık tasdikli bir "ikinci cumhuriyetçi"yim. aşağıdaki yazının çok az kısaltılmış hali geçen cumartesi günü taraf'ta yayınlandı. ben de internete koysunlar diye onlara bir hafta süre verdim, ama hertaraf bölümünden koydukları son yazı 1 haziran tarihli. pek ümit yok yani. bugün fuat keyman da radikal 2'de bana cevap vermeye tenezzül etmeyince (asıl olarak şöyle: "cevap veremedi ki, cevap veremedi ki!"), bubirblogdegil'in zamanı gelmiş oldu bence.


okumayanlar okusun, ayılan bayılan c/p yapsın, sevmeyen bana laflar hazırlasın yazsın deyü. bakın ben ne laflar hazırlamışım çeşitli kimselere.


not: mail adresimi yanlış yazan taraf'a ayrıca laflar hazırlıycam.


sonradan gelen not 2: http://www.taraf.com.tr/haber/36257.htm




HEPİMİZ "ERDEMLİ VATANDAŞLAR” MIYIZ?


Fuat Keyman, 24.05.2009 tarihli Radikal İki'de yayınlanan "Erdemli Vatandaşlar Ölmez" yazısında, Türkan Saylan'a neden sahip çıkmak gerektiğini, kitlelerin (kendisine göre) Hrant Dink'e sahip çıkma gerekçeleriyle örtüştürerek anlatıyor. Keyman'a göre, Türkan Saylan da, tıpkı Hrant Dink gibi “erdemli vatandaş”ı temsil ettiği için sevildi, sahiplenildi ve cenazesi onbinlerce kişinin katıldığı bir politik harekete dönüştü. Benzer bir açıklamayı, cenazeye katıldığı sırada televizyonlara demeç veren Ufuk Uras'tan da dinlemiştik. Ufuk Uras Hrant Dink cenazesine katılan insanlarla Türkan Saylan cenazesine katılan insanları bir nevi eşlemiş ve cenazelerde bir araya gelen “bu” kitlenin siyasi temsiliyetinin sağlanması gerektiğini söylemişti. Benzer kitleler ve tek bir siyasi temsiliyet. Ortak payda, eğer Keyman'ı takip edeceksek, “erdemli vatandaş” olmak. Peki bu ne demek? Türkan Saylan için sokaklara dökülenler ne için orada olduklarını biliyorlardır elbette, onlar adına konuşamam; ama Hrant Dink için sokakta olmuş birisi olarak, ben “erdemli vatandaş Hrant” için mi yürüdüm? Öyle olmadığını sanıyorum ve umuyorum. Dahası Keyman'ın ve Uras'ın bu yorumlarının, Hrant Dink cinayeti sonrası örgütlenen muhalefetin karakteriyle direkt alakalı olduğunu düşünüyorum.


Hrant Dink Türkiye politik alanının ve resmi ideolojinin “öteki”sinin vücut bulmuş haliydi. Saldırılması meşru, Agamben'den alırsak “öldürülen ama kurban olarak kabul edilmeyecek olan kutsal insan” olarak, mütemadiyen saldırıldı kendisine. Çağrıldığı televizyon programlarında karşısına çıktığı insanlar, Hrant Dink üzerinden temsil ettiği her şeye olan nefretlerini gösterdiler, kendi ötekileriyle hesaplaşmaları her zaman küfür dolu oldu. Mahkemeler, Dink'ın temsil ettiği “içimizdeki öteki” haliyle mütemadiyen hesaplaşmaya çalıştı, yargı ve “sivil” toplum, el ele bir linç faaliyeti yürüttüler. Burada savaşılan, Hrant'ın “erdemli vatandaş” olma kimliği değildi, tam tersine, bu ülkenin kurucu kodlarında belirtilen “erdem” ve “vatandaşlık” hallerinin Hrant Dink'e asla uymuyor oluşuydu. O, Türkiye'de tanımlanan haliyle vatandaşlığın bir tür antiteziydi. Sürekli gözümüzün önündeki varlığı, reddettiğimiz ötekinin aslında bir zamanlar gerçekten burada olduğunu, kendisine ait bir sözünün olduğunu, bu sözün bizim sözlerimizi birçok yerinden kestiğini ve aslında cumhuriyetin kodladığı “biz” varlığının, tek başına hiçbir anlamı olmadığını gösteriyordu. O, kendimizi inşa ederken ötekiyle karşılaşmak, kendi içimizdeki ötekiyi görmek ve öteki olmak için kendimizi reddetmek süreçlerinde Türkiye’de birçoklarına kendini yeniden tanımlama gerekliliğini, başka birçoklarına da bu toplumsal yeniden tanımlama süreciyle savaşma mecburiyetini gösterdi. Bunu, “erdem”iyle değil, varlığı ve konuşuyor olmasıyla, bunlar için ettiği mücadeleyle, sadece hareket halinde olmasıyla yaptı. Bu anlamda Hrant Dink'in öldürülmesi, cinayetin hemen arkasından toplanan kalabalık, cenazede toplanan kalabalık, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının hareketin odak noktası olması ve daha sonra buna karşı geliştirilen tepkiler, ne birbirleriyle ne de Hrant Dink'in yaşadığı zamanlarla çelişen olaylardı. Cinayet, Hrant Dink'in (ve aslında kendilerinin) ötekiliğini reddedenlerin, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı da, kendi ötekisini bulma yolunda kendi Türklüğüyle savaşmayı seçenlerin duruşlarının bir tür zirve yaptığı hallerdi.


Fuat Keyman'ın “Hepimiz Türkan Hoca'yız” sloganını, Hrant Dink'le ortak gördüğü “erdemli vatandaş olmak” üzerinden açıklaması, gerek Hrant Dink'in, gerekse de onun cenazesinde bir araya gelmiş, farklı amaçlarla, farklı duygularla, farklı siyasi ve kültürel bagajlar taşıyarak yürüyen yüzbinlerin sesi üzerinde ipotek koyması anlamına geliyor. Kendi politik duruşu içinde Saylan ve Dink'i eşlemek mantıklı ya da faydalı olabilir ve bu kişisel bir tercihtir; ancak “Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz”in temsil ettiği tüm karmaşık, çelişkili ve çok sesli halleri görmezden gelerek “erdemli vatandaş” bağlamına sıkıştırmaya hakkı yok.


“Erdemli vatandaş”, iyi ihtimalle Habermasçı bir boş-gösteren, kötüsünde ise Kemalist Cumhuriyet projesinin kendi amacını tanımlama biçimidir. Cumhuriyet, zaten hepimizden Türkan Saylan olmamızı istemiştir. Cenazesinde bile “Atatürk'ün kızı” olarak lanse edilen Saylan, Kemalist modernleşmenin belki de en mükemmel sonucudur. Kendisini her zaman kadın politikaları üzerinden tanımlayan, kendi ötekileriyle kurduğu iktidar mücadelelerini çoğunlukla kadın bedeni üzerinde gerçekleştiren bu otoriter modernleşme hikâyesi, Türkan Saylan tipi, kendisini cumhuriyetle özdeşleştirmiş, kendini cahil cühelanın aydınlanmasına vakfetmiş, başı, zihni, vicdanı açıkinsanlar yetiştirmeye çalışmıştır. Türkan Saylan'ın kendi kişisel özellikleri yüzünden çok başarılı olmuş olması, binlerce insanın hayatına çok pozitif katkılarının olması, birçoklarının ideolojik formasyonuyla örtüşen ve onları besleyen bir dünya görüşü olması, onun Türkiye'deki egemen ideolojinin ürettiği bir figür olduğu gerçeğini değiştirmez. Hepimizin içinden geçtiğimiz eğitim müfredatının mükemmel sonucunu temsil eden bir insanın isminin, sanki egemenlerin, bir “kimlik olarak Türkan Saylan olmak”la ilgili bir sorunu varmış gibi bir slogan haline gelmesi, paradoksaldır. Bu paradoksu, “erdemli vatandaş”lık üzerinden çözmeye çalışan Keyman'ın ya da Uras'ın, Hrant Dink ismiyle Türkan Saylan'ı aynı paydada toplamasına imkan veren iki sebep olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda değinemeyeceğim ilk sebep, sınıfsal ve mekansal bir analiz gerektiriyor, Hrant Dink’in de Türkan Saylan’ın da, merkez medya tarafından yönlendirilen “Beyaz Türk” hassasiyetlerine dokunduğu bir gerçek, ama bu yazıda üstünde duracağım asıl sebep ikincisi: Hrant Dink cinayeti sonrası yapılan muhalefetin karakteri.


Hrant Dink cinayeti davasının görüşüldüğü günlerde “Hrant'ın Arkadaşlar'ı”, Beşiktaş Vapur İskelesi'nin önündeki açıklıkta bir araya geliyor ve davanın sahibi, tanığı ve takipçisi olduklarını duyuruyorlar. Davanın görüldüğü Beşiktaş 1. Ağır Ceza Mahkemesi'ni asla görme ya da oradakilere sesini ulaştırma ihtimali olmayan, mahkemedekilerin ya da mahkeme salonu önünde bekleyen polislerin de asla göremeyeceği ya duyamayacağı bu birkaç yüz insan, bir-iki saat orada durduktan sonra dağılıyorlar. Bırakın mahkemeyi, gündelik hayatlarına devam eden insanların bile o izole kalabalıkla karşılaşmaları imkansıza yakın. Bunun için özellikle oraya giden insanlar dışında, kimsenin hayatına dokunmayan bir eylem yeri ve biçimi. Gündem o sıra pek yoğun değilse haberlerde birkaç saniye için onlardan bahsediliyor ve bir sonraki duruşmaya kadar gündemden çıkıyorlar. Bu muhalefet biçiminin ne ifade ettiğinin, ne işe yaradığının sorgulanması gerekiyor. Orada bulunduğum seferlerde gördüğüm şey, mahkemenin fiziksel varlığıyla ilişkisi kesilen, mücadele etmekle olan bağlarını koparmış ve kazanılan alanı (Beşiktaş iskelesi önü) korumak birincil amaçlardan birine dönüşmüş bir hareket(sizlik)ti.


Kazanılan alan, sadece Beşiktaş İskelesi önüyle sınırlı değil aslında. Hrant Dink öldürüldükten sonra ortaya muhalif bir iktidar alanı çıktı, muhalefetin nasıl örgütleneceği, söylemin nasıl oluşturulacağı, yasa ve düzenle nereye kadar uyuşulacağı, nereye kadar bunlara zıt gidileceği soruları üzerinde bir iktidar mücadelesi yaşandı, hâlâ da bir ölçüde yaşandığını varsayabiliriz ama bu mücadelenin geçen zaman içinde belli kazananları oldu. Kişiler ve kurumlar üzerinden dedikodu merkezli tartışmalar yürütme amacında değilim, bence elimizdeki sonuca bakmamız yeterli: İnsan hayatını kesmeyen, sokağın gerçekliğini reddeden, yargının ve polisin gözetiminde ama görünürlüğünde olmayan bir eylem biçimi ve söylemsel gücünü, radikalliğini kaybetmiş, cenazede toplanan kitlelerin yüzde birini toplamaktan aciz, belki de Keyman'ın çok doğru biçimde ortaya koyduğu “erdemli insan Hrant”ın, “Hrant arkadaşı” olmanın ötesinde bir şeyler söyleme yetisini cenazede bırakmış bir muhalefet. Bu muhalefet özgün ve bir şeyler değiştirme potansiyeli olan söylemsel alanını kuramadığı için, boş-gösteren bazı kavramlar bile, bu muhalefetin elindeki sloganlarla yer değiştirebilir hale geldi. (Burada bir not düşmeliyim: Hrant Dink için yapılan eylemlere katılan insanların heterojen yapısını ve hayatlarının başka alanlarında girdikleri türlü mücadeleleri görmezden geliyor değilim. Sorunum, Hrant Dink sonrası oluşmuş olan –egemen- muhalif dil ve onun yapma biçimleriyle.)


SONUÇ YERİNE: “HEPİMİZ ERMENİ'YİZ”DEN “HEPİMİZ ERDEMLİYİZ”E

Türkan Saylan'ın son yılları çeşitli politik mücadeleler ve haksızlıklar içinde geçmiş olabilir. Tüm Türkiye vatandaşları için “var” kabul edilmesi gereken hukuki adaletsizlikler ona da rastlamış, dahası bu rastlaşmalar AKP hükümetinin çeşitli amaçlarıyla bilinçli biçimde kesişmiş olabilir. Bunlara karşı sadece Türkan Saylan'ın ideolojik saiklerini savunan insanların değil, Türkiye'de hukuk ve demokrasi mücadelesi veren herkesin itirazı olması da gayet meşrudur. Ancak bunu yaparken, bambaşka bir tarihi, bambaşka ilişkisellikleri, bambaşka acıları ve kimlikleri temsil eden sloganların içinin boşaltılarak kullanılması, farklı tarihlerin birbiriyle eşlenmesi, çeşitli boş-gösterenlerle tanımlanır hale gelinmesi, bence kabul edilemez. Türkan Saylan'ın cenazesinde oluşan havadan ve Türkan Saylan'ın Hrant Dink'le politik olarak denk kabul edilmesinden muhtemelen rahatsız olan “Hrant'ın Arkadaşları”, “Hepimiz Hrant'iz, Hepimiz Ermeni'yiz” sloganının içinin bu denli boşaltılabiliyor olmasında kendi paylarını da sorgulamalılar. Yoksa, tıpkı “Dünya Türk olacak, yurtta barış Dünya'da barış olacak” diyen ultra-milliyetçi sloganın umduğu gibi, bir gün “hepimiz erdemli vatandaşlar” olacağız ve hiçbir derdimiz kalmayacak.


(taraf, 13 Haziran)

16 Haziran 2009 Salı

murat uyurkulak oyungezer'de

Yetti okuduğun./Artık yaz./Yaz, âlemdeki son imzan bir kelime olacaktır zira./Güçlü olsan da yaz, zayıf olsan da.

Zayıfsan, bakma kim olduğuna, geç dalganı ferah feza güçlünün yazdıklarıyla./Güçlüysen bırak gülsünler yazdıklarına, ihtirasa kapılma./Umutsuzluk seni hapseder, ama kurtuluş bulamazsın o zindanda da./Zayıfın sığınağıdır kelime, güçlünün cümlesinden alır intikamını mutlaka.


murat uyurkulak röportajı temmuz'da oyungezer'de.

1 Haziran 2009 Pazartesi

hadi hadi gelin....





(evet, reklam amaçlı kullanıyorum. ama filmlerin her birinin düşündürdüklerini, akademik ve aktivist açılımlarını yazmadan evvel -yazarsam eğer- bir ses edeyim dedim. ben hep ordayım, gelin, izleyin, birlikte konuşalım...)



20 Mayıs 2009 Çarşamba

murat uyurkulak'la konuşmak (prelude)


       "Bilirim, kapışılmaz. Şıpınişi bir tarza oturtulabilecek, önceleyeni saptanabilecek bir roman değil, elimdeki. Yazarı da ortaya çıkıp romanını anlatmaya kalkışmayacak besbelli. Ama bu romanın beni neden bu kadar heyecanlandırdığını, okuduğum andan itibaren neden o romanla yatıp o romanla kalktığımı anlatmaya çalışmalıyım belki de. Böylesine koyu bir anlatı, kendi özel ışığını kendi yaratıyor, desem yeterli olur mu? Türkçe'ye olan aşkımdan söz etsem? Bu romanı okurken Türkçe'nin engin imkânları karşısında bir kez daha içim ışıdı desem? Böyle bir dil, böyle bir anlatı yaratılabiliyorsa, bu dünyada kalmakta yarar var, desem çok mu abartılı kaçar? Varsın, kaçsın. Yakın geçmişine kıçını dönmüş, ağzını umuda açmış oturan insanlara kendi havai fişekler patlatan dilini armağan eden, böylesine tenezzülsüz bir edebiyatçıya az bile. 
       
Tol, bize her şeyin parçalanabilirliğini hissettirdiği için, çok güçlü bir roman. Yazmanın, yaratmanın, varolmanın şehvetini hissettirdiği için. Siyasi çalkantı dönemlerini siyasetin kekeme lehçesine bir an olsun bulaşmadan yaşatabildiği için. Hiçbir çıkış yolu göstermediği, hayatı yolculuğun kendisi olarak yansıtabildiği için. " 

böyle yazmış yıldırım türker, ta 6buçuk sene önce, 3 Kasım 2002 radikal 2'sinde. türker'e bunları yazdıran adama soracağınız bir şeyler var mı?

17 Mayıs 2009 Pazar

"nasıl hocalar oluruz" kolektifi

şimdi bu blogun kayıtlı "bir elin parmakları ve biraz daha fazlası" yazarları arasında, sevi dışında hepimizin az ya da çok, öyle ya da böyle akademik geleceklerimiz olacak. ("yok benim olmayacak ben belgeselci olcam" diyen arkadaşa burdan sesleniyorum, şimdi olmazsan sonra olursun, biz bekleriz.) bu akademik geleceğin önemli bir kısmı da, derste olma halini içeriyor. sınıfta öğrenci karşısında olma, kürsüde olma, sınav yapma, paper okuma vs... hatta sanırım benim dışımda (ve sevi dışında) herkesin bu tecrübeyi az biraz tatmışlığı var, tiey'lik yollarında.

işbu yazı, geride bıraktığımız öğrencilik (ve tiey'lik) tecrübelerinden, yapma şeklini beğendiğimiz hocalardan, yapma şeklinden nefret ettiğimiz hocalardan, sevdiğimiz-sevmediğimiz derslerden falan elimizde kalanlarla, bizim nasıl "iyi" olabileceğimizi kolektif biçimde ortaya dökeceğimiz bir şey olsun istiyorum. hatta mesela kıyıda köşede kalmış okuma notları bile verilebilir sanki.

"kolektif" dedim, değil mi? yanlış söylemişim, "sadece ben yazayım ben okuyayım" demek istemiştim aslında, kısmet...

not: tüm yazarlar "edit" teknolojisine sahipler, bu yazıyı yeni şeylerle desteklemek mümkün.
not 2: kendimden bahsediyorum yani tüm yazarlar derken...


response paper meselesi

asla ve asla "her hafta" olmamalı. bir yerden sonra sadece efor testine dönüşüyor. bir insanın bir dersteki tüm konular hakkında, response yazacak kadar eleştirel ve konuya dahil olabilmesine imkan yok (varsa da istisnadır, yeminlen). mesela 12 haftaysa bir dönem, 6 tane, illa ısrar ediyosan 8 tane paper zorunlu olmalı, daha çok değil kesinlikle. isteyen yazsın, alsın ekstra puanlarını, yorumlarını, sen de "inek" de arkasından ama rica ediyorum zorunda bırakma geleceğin hocası. -varolmayan

asla ve asla "papersız" da olmamalı bir ders. sunum yapalım, muhabbet edelim, herkes okusun, devrim olsun, dünya barışı, çiçek böcek, olmuyor pek.. yazmak lazım, yazmak güzel şey, yazdıkça düşünüyor insan. bir de üniversite de olsa öğrenciyiz, zihniyet zor değişen birşey, yazman gerekmiyorsa okumazsın herşeyi. iki okuyan dersi götürür ama ders seni götürmez. öğrenci ağzından oldu bu yine, neyse mesaj şu: abartılmadığı takdirde response paper iyi birşey, makul (tabiri caiz olmayabilir ama, "ele gelecek göz yormayacak") uzunlukta ve sıklıkta. - oneiro

bilirim siz ne cinsiniz, vardir elinizde bir sema (scheme) ona gore paperlari bicip dikmektesiniz (bazan da dikip bicmekteyiz). ama hic yazdiginiz paper hakkinda bir de sozlu sinav verdiniz mi? bir de bunu denemelisiniz. dusuncelerimizi somutlasitirirken belki yazinin kendisinden degil ama yazi yazma bicimlerinin tekniklerinden kaynaklanan bir sekilendirmeye gidiyoruz. bazen ne dedigimiz degil nasil dedigimiz one cikiyor. en son ne zaman geri donup paperinizi okuyup cok anlamli bir cumlenin altini cizdiniz? dahasi her paperi yazarken radikal dusuncelerinizi verme niyetinde mi, yoksa bilgi eksikliginizi gizleme derdinde miydiniz? hepimiz bu konularda basariliyiz evet ama nereye kadar. bence sozlu sinav dedikleri (ama aslinda sadece yetersizligimizle yuzlesmeyi olumlandiran deneme sekli ) paper ya da sinava ek olarak cok daha uretmeyi tesvik edici olabilir. onlardanbiri

bir de first draft, nam-ı diğer birinci taslak (ama plan, müsvedde gibi değil, son halinin ilk hali gibi) faideli olabiliyor. özellikle de yakın okuma yapan, yorum ve eleştiri yazmaya üşenmeyen bir hoca ile çalışılırsa.. paper tamamlanıp kendisine olanca yabancılaşıldıktan sonra 1 hafta dinlenmeye bırakılır, sonra gelen yorumlar ışığında bir daha okunup sindirilir, cilalanır, uzayıp da bitemeyen, devrilip de toparlanamayan cümleler adam edilir, sonra gerekirse onlardanbiri'nin önerdiği sözlüye girilebilir. ikinehir ve benim gibi yazdıktan sonra koşarak kaçan insanlar için hem ilginç bir yüzleşme hem de verimli bir süreç olabilir/olmuşluğu vardır. - oneiro

-dipnot/referans meselesi
yani çok açık, hatta biraz yuh. okuma pakedi hazırlamak, iyi, güzel, hoş, ama dipnotu kitap arkasında olan makalelerin dipnotlarını dahil etmezsen okumalara, adamın/kadının söylediklerinin yarısını dışarıda bırakmış olmuyor musun sevgili geleceğin hocası? oluyorsun, o yüzden lütfen dikkat biraz, küfür ettirme arkandan öğrencilerine. -varolmayan

6 Mayıs 2009 Çarşamba

fred halliday sevenler derneği'ne duyurulur


(http://www.alexandria-press.com/online/online54_postel_interview_with_fred_halliday.htm)

Fred Halliday: I do not now share the major political orientations of the New Left Review. I resigned in 1983, after one of the journal’s periodic internal disputes. I find the direction they’ve gone most recently, in the last five to ten years, very disturbing, particularly around the issue of rights. But Tariq and I have known each other for more than 40 years. We were students together in the ’60s. We were active in the opposition to the U.S. war in Vietnam. And we’ve continued to cross paths in the British Left context.

About 20 years ago I said to Tariq that God, Allah, called the two of us to His presence and said to us, “One of you is to go the left, and one of you is to go to the right.” The problem is, He didn’t tell us which was which, and maybe He didn’t know Himself. And Tariq laughed. He understood exactly what I was saying, and he didn’t dispute it.

Danny Postel: What exactly were you saying?

Fred Halliday: My view is that the kind of position which the New Left Review and Tariq have adopted in terms of the conflict in the Middle East is an extremely reactionary, right-wing one. It starts with Afghanistan. To my mind, Afghanistan is central to the history of the Left, and to the history of the world, since the 1980s. It is to the early 21st century, to the years we’re now living through, what the Spanish Civil War was to Europe in the mid and late 20th century. It was the kitchen in which the contradictions of the contemporary world, and many of the violent evils of the century, were cooked and then spread out. Just as Italian and German fascism trained in Spain for the broader conquest of Europe and the Mediterranean,the militant jihadi Islamists, of whom bin Laden was a part, received their training, their primal experiences, in Afghanistan. They have been carrying out this broad jihad across the Middle East and elsewhere ever since, including, of course, the attacks of September 11th. You cannot understand this unless you go back to Afghanistan in the 1980s.

But who was responsible? Pakistani intelligence, Saudi Arabia and the United States. Read Bob Woodward’s book on Casey, The Veil, or Steven Cole’s book on Afghanistan, Ghost Wars. The U.S. was deeply implicated. My view is that anybody who could not see that issue then, or in retrospect, is objectively on the Right. And I think Tariq is objectively on the Right. He’s colluded with the most reactionary forces in the region, first in Afghanistan and now in Iraq. He has given his rhetorical support to the Sunni insurgency in Iraq—who have no interest in democracy or in progress for the people of Iraq whatsoever, whether it’s the Baathists, with their record of 30 years of dictatorship, or the foreign Sunnis with their own authoritarian project. The position of the New Left Review is that the future of humanity lies in the back streets of Fallujah.

Danny Postel: You mentioned the issue of rights. Where do you and the New Left Review diverge with respect to rights?

Fred Halliday: The issue of rights is absolutely central. We have to hold the line at the defense, however one conceptualizes things, however de-hegemonized, of universal principles of rights. This is how I locate my own political and historical vision—it is my starting point. What this means very practically, to cut a long story short, is the issue of intervention. It seems to me that certain interventions in defense of rights are justified—Bosnia and Kosovo, to take two obvious examples, or the defense of the Kurds in Iraq in 1990-1991. The New Left Review and others on that wing of the Left attack not just these particular interventions, but the very concept of rights—and are consistent in doing so. My fundamental disagreement with the Review, and with Tariq, is really about this.

But something very important happened between Tariq and me, which I think presages broader debates in the late ’70s, which was the Communist taking of power in Afghanistan, the subsequent Soviet invasion, and the support of Pakistan, Saudi Arabia, and the U.S. for the Afghan Mujahideen. Having been in Iran, having seen the consolidation of Khomeini’s authoritarian regime, having stood on the streets of Tehran and seen 100,000 people shout “Death to liberalism!”, having been in the office of Iran’s main liberal paper when the Islamists came to close it down —a crucial moment in the consolidation of the Iranian regime—I was absolutely opposed to any support for the Mujahideen in Afghanistan, which I regarded as a reactionary Islamist project. I had plenty of criticisms of the Afghan Communist regime, but I thought they should remain and reform, and there should be a negotiated withdrawal of the Soviet forces. Tariq’s position, on the other hand, was: troops out of Afghanistan, period. In a British context, the analogy is troops out of Ireland, which I also disagree with. If I had to sum up what is for me the bedrock, personal, political experience, it is the Irish question. I grew up in Ireland. I think troops out of Ireland was a completely irresponsible slogan, just as I think troops out of Afghanistan was an irresponsible slogan.

You then had a succession of events in the 1990s which drove a wedge between myself and many people on the Left, both in the U.S. and in Europe and Britain, with whom I’d worked for years. I supported the move to drive Saddam out of Kuwait in 1991. Then there was the Bosnia intervention in 1995 and Kosovo in 1999.

Danny Postel: Afghanistan in 2001.

Fred Halliday: Indeed. So a series of conflicts on which Tariq and I found ourselves on different sides. He took a conventional anti-interventionist position, and I took a more complex position, guided not by the interests of the West but by what I saw as the interests of the peoples in the countries concerned. The issue of whether the U.S. should or should not intervene in a country is a contingent one. Each case has to be debated on its own merits. The key issue is not: Is the U.S. intervening? Nor: What are the U.S.’s motives? The key issue is will that intervention plausibly help those people or not? That’s the question.


neymiş? işgalin iyisi ve kötüsü olurmuş, afganistan 2001 iyi olanlardanmış. 

30 Nisan 2009 Perşembe

1 mayıs'ta sokaklar kimin?

“Eskiden herkesin kafasını sokacak bir yeri vardı, para da insan da daha değerliydi. Eskiden gecekondular vardı, var mı şimdi gecekondu ne Ankara'da, ne İstanbul'da? Umut mu? Ne umudu? O, isim o. Umut gitti. Mezarlıkta mı, yürüyor mu, oturuyor mu? Şansın varsa yaşarsın...” (Kaşif, evsiz)

 

geçen sene yazdığım bir şeyin bir parçası şöyle bir şeydi, alakalı olarak:

“1 Mayıs'ın Taksim'de, yani İstanbul'un merkezinde kutlanması için yapılan mücadele, sadece tarihsel bir sembolizmle ya da herhangi bir sosyal hareket için çok normal olan görünürlük isteğiyle açıklanamaz. En azından, açıklanmamalıdır. Neoliberal iktidarın kurduğu “normal” gündelik hayat pratikleri içinde Taksim'de ucuz iş gücü olmak dışında barınamayan, Tarlabaşı'ndan sürülmüş, orada olamayışlarına açıklama olarak “turistlerin rahatsızlığı” gösterilmiş, şehrin merkezi, “para yapan” alanlarından sistemli bir politikayla dışlanan, kendi elleriyle kurduğu mahalleler yıkılan ve yerlerine dikilen yapılarda yeri olmayan, “vatandaşa tabi olmayan” kurumlar tarafından kalitesiz, sağlıksız ve en önemlisi kendilerinin istemediği konut ve yerleşimlere mahkum edilen, her daim çeşitli “boş gösteren” sıfatların tahakkümüne mahkum edilmiş olan kitleler, “kutsal insanlar”, Taksim'i kovuldukları şehre geri dönmek için istemelidir. Taksim gelecekteki güzel günler için 'öylesine', gidilse iyi olacak sembolik bir durak değil, “kutsal insan”ın hayatını bugün dönüştürecek bir mekân olarak istenmelidir.

 

Bu bağlantıyı soldan çok daha iyi anlamış durumda belki de devletin kolluk kuvvetleri. Aynı güvenlik söylemiyle insanları hem Taksim'den hem de kendi mahallelerinden uzaklaştıran, aynı şiddet sarmalıyla hayatlarına müdahale eden, aynı 'state of art' güvenlik ve gözetleme teknolojilerini hem dönüştürdüğü bölgelere hem Taksim'e yerleştiren, mahalleleri yıkarken de Taksim'i kapatırken de aynı hukuk dışılığı kullanan, hatta o hukuk dışı alanı (“istisna hali”) bir norm haline getiren devlet, küresel sermaye ve bunlardan kaynaklanan egemenliğin yayıldığı diğer aktörler, hayatı sistemli biçimde taşeronlaştırıyor.

 

Kentsel dönüşüm alanları ya da Tuzla tersanelerinde kristalleşen bu sistemli taşeronlaşma, yasaları, yönetmelikleri, insan hakları evrensel beyannamelerini, “liberal kamusal alanı” dışarıda bırakmaktadır. Orada sadece kutsal insana karşı uygulanan şiddet vardır. Egemenliğin hala belirli merkezlerden yayıldığı ama sorumluluğun tamamen dağıtıldığı; hukuk dışı meşruluğun tüm insanları sermayenin mantığı karşısında kutsal insan durumunda bıraktığı bu düzen, ancak “şansa yaşayan insan”ın sesini—ama “kutsanmış” bedenini değil, zira modern ama en çok da neoliberal iktidar o bedenlerin tüketimi (biopolitika) üzerinden çalışmaktadır—merkezine alan bir muhalefetle dönüştürülebilir."


1 mayıs'ta, saat 10:00'da, KESK Agos önünde, DİSK Pangaltı'daki genel merkezinde toplanıyor.

alıntı:
"goz altina alinma nedenini sorma hakki var, avukat isteme hakki var. kendi avukati yoksa barodan ucretsiz avukat istenilmesini talep etme hakki var. avukat gelene kadar ifade vermemesini oneririm. yasaya aykiri ama avukat cagirmakta direnirlerse susma hakkini kullanmasini ve savcilikta ifade verecegini soylemesini oneririm. cunku karakolda cesitli eziyetler yapabiliyorlar ama savcilikta boyle seyler olmuyor. ozellikle bekletmek ve savciliga gec sevketmek eziyetine pek sik basvuruyorlar. karakolun tutumu da onemli tabi, ifade alip saliverecek gibi bir tutum sergiliyorlarsa karakolda da ifade verilebilir. ama tutumun garantisi olmaz elbette. ayrica karakolda yalan yanlis ifade yazip imzalatiyorlar bazen ve dava acilirsa diger asamalarda o ifadeler sikinti yaratabiliyor. bu durumda ifadenin her satiri kendisine ait degilse avukat getirilmesini mutlaka isteyip ifadeyi imzalamayacagini mutlaka belirtmeli. ve ifadeyi imzalamamali duzeltilene kadar.
 
bunun disinda goz alti oldugunda ifadeden once ve sonra iskence olup olmadigini tespit icin hastaneye gonderiliyor tutuklu. eger herhangi bir iskence, darp, fiziksel siddet gormus ise mutlaka doktora durumu detayli anlatip doktorun rapor vermesini saglamayi zorlamak gerekiyor. malesef bazen doktorlar da rapor vermek istemiyorlar, israrci olmak etkili olabiliyor.
 
goz alti suresi normalde azami 24 saattir, bu 24 saat icinde tutuklunun mutlaka hakim onune cikarilmasi, yani adliyeye sevki gereklidir. toplu goz alti yapilmasi halinde bu sure savcinin karariyla 48 saate uzayabilir. olagan ustu durumlarda hakim karari ile goz alti suresi 4 gune kadar uzatilabilir. ancak hic bir sekilde 4 gunu asamaz. yanlis biliyorsam avukat arkadaslar duzeltsin cunku ben ceza davalarina bakmiyorum fazlaca.
 
her goz altinda parmak izi alinmaz, normalde alinmamasi gerekiyor ama genellikle aliyorlar, isnat edilen sucun mahiyetine bagli. eylemde goz alti halinde parmak izi almamalari gerekir ama ilave isnatlarda bulunabilirler ve almakta israr edebilirler. bu durumda tutuklunun da vermemek icin direnmesi iyi olur. sucun mahiyetinin parmak izi alinmasini gerektirmedigi konusunda israr etmek belki sonuc almayi saglayabilir. net cevap verebilecegim bir konu degil, belki baska avukat arkadaslar ekleme yapar.
 
vermesi gerekli tek bilgi kimlik bilgileridir. bir de duzenli ilac kullandigi bir rahatsizligi varsa bunu mutlaka soyleyip ilaclarin teminini istesin. veya ciddi bir rahatsizligi varsa bunu mutlaka belirtsin. bunun disinda sorulan sorulara cevap verip vermemek tamamen kisinin kendisine kalmis bir durum. ifadesinin aleyhine carpitilmamasi acisindan avukat nezaretinde ifade vermek onemli. ifade sirasinda aleyhine yoneltilen hic bir suclamayi kabul etmedigini belirtmek de yararli olabilir.
 
diledigi bir yakinini telefonla aramak ve ona bilgi verilmesini istemek hakki da var. bunlarin gerceklestirildigine dair mutlaka tutanak tutuluyor karakolda. eger bunlar yapilmayip yapilmis gibi gosteriliyorsa o tutanaklari kesinlikle imzalamasin. matbu hicbir evraki okumadan imzalamasin. usulu yerine getirmedikleri halde yerine getirmis gibi imzalatabiliyorlar cunku."

24 Nisan 2009 Cuma

lynch moby'i ensesinden vurursa

moby'nin yeni albümünün (30 haziran'da çıkıyormuş) ilk klibini (shot in the back of the head) david lynch çekmiş. ben şarkıyı da, klibi de pek sevdim. paylaşalım:


18 Nisan 2009 Cumartesi

tam da! mütemadiyen yeniden ürettiğimiz akademik magazin mecmua şeysi

tasarım üzerinde çalışabiliriz ama bence turnayı gözünden vuracak konsepti yakaladık.

pınar selek'in 'savunması'/sosyal bilimler biat etmez!

"....Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle
söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik
yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına
adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası
asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve
bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani
bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar
sürekli tekrarlanır, tekrarlanır...."


15 Nisan 2009 Çarşamba

akademik "laf söyledi balkabağı" köşesi

"here too postmodernist intellectuals reveal their fundemental ahistoricism. the structural crises of capitalism since the "golden" moment of the postwar boom seem to have passed them right by, or at least to have made no significant theoretical impression. for some, this means that the opportunuties for opposition to capitalism are severly limited. others seem to be saying that, if we can't really change or even understand the system (or even think about it as a system at all), and if we don't, and can't, have a vantage point from which to criticize the system, let alone oppose it, we might as well lie back and enjoy it-or better still, go shopping." (ellen meiksins woods, "what is the "postmodern" agenda", in defence of history: marxism and the postmodern agenda, new york, 1997: 9)

bu musun wood? bu kadar düştün mü? hatta, bu kadar düştün, di mi? "what is the postmodern agenda?" sorusuna verdiğin cevap "alışverişe çıkmak", he mi? 

arkadaşım anlamıyorum ki, referanslarınızı, dipnotlarınızı, "the origin of capitalism"de mi unuttunuz, kim bu postmodernler? paşa başbuğ'dan ne farkın kaldı, yarın "modernitenin iç ve dış mihrakları: in defence of historabüsyon" diye de kitap yazıcak mısın, andıç tutuyor musun "postmodernler" hakkında? 

ben sana kardan adam olamazsın demiştim wood.

olmuşsun meğerse.


(dikkat edersen "kadın" demedim, zirâ "postmodernler gender'la ilgileniyorlar" lafını bile karalayarak söylüyorsun. "adam" gibi tarihçi, "adam" gibi marxist'sin wood.)

[kardan adam]



13 Nisan 2009 Pazartesi


Ne zamandır görmediğim bir rüya var. Evlerinin önünde haytalar, tavla atıp ciğerlerinden ve öfkelerinden konuşuyorlar. Gece vakti, pencerelerden sokağa buğulu bir aydınlık dökülüyor. Ben sokağın tam ortasında, haytaların tam yanında, saklambaç oynayan çocukların tam arasında, çay içip dedikodu yapan kadınların tam kucağındayım. Nasıl sonsuz bir mutluluk, hafif, serin bir rüzgarla demlenen hikâyeler, oyunlar, fısıltılar. Bir başka ülke orası. Milyonlarca kelimeyle dolu, kelimelerin sokaklarda gezindiği bir ülke. Kelimelerin insanı çaresiz bırakmadığı, tam tersine, harflerin insanın önüne elmaslar, altınlar, yakutlar gibi döküldüğü bir büyük ülke. Herkesin ayrı dilden konuşup anlaştığı bir büyük ülke.


uyurkulak.

17 Mart 2009 Salı

Meçhul Öğrenci Anıtı

buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
bir teneffüs daha yaşasaydı
tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
devlet dersinde öldürülmüştür

devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
maveraünnehir nereye dökülür?
en arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine'dir

bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

o günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

Ece Ayhan

16 Mart 2009 Pazartesi

mini mini Taylorlar


Demin televizyonun önünden daha fazla dayanamayarak kalktım çünkü NTV'de "Sade Vatandaş" programında mavi yakalı işçilerin tuvalete gitme rutinlerini belirleyecek bir takip-disiplin sisteminin kurucusu bir patron, sistemin neden makul yanları olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Programın benim izlediğim kısmına telefonla katılan bir başka patron ve bir işçi ise sistemin makul olduklarını desteklediler. Bu tartışmalar sürerken Britanya'da 1800'lerdeki çalışma koşullarını ya da Taylor'un 1800'lerin sonuna doğru temellerini attığı "işletme bilimi"ni hatırlamak işten değildi tabii. Esnek üretim-istihdam döneminde olduğumuz gerçeğinin yanı sıra biz yine de tekstilde emek yoğun üretimin devam ettiğini, vaktin nakit olduğunu biliyoruz. İşçilerin mesai saatleri içerisindeki tuvalet ziyaretlerini takip ve disiplin etmeyi planlayan bir kart sistemiyle, "kuzuyu kurttan ayırmamız" mümkün hale gelebilirmiş. Zira kimi işçiler kaytarabiliyormuş. Yani Perkotek firmasının bundan başka çeşitli gözetleme araçlarıyla birlikte işe ayrılacak sürenin yüksek ölçüde "kestirilebilir" olması amaçlanıyor. Sadece bana değil birçoklarına bir yerlerden ak sakallı dedenin "mutlak artık değer" dediğini duyar gibi oluyorum. Bir mesai gününde kar marjını arttırmak yolunda en basit yoldan mesai süresinin uzatılmaya çalışması... Yani üstü örtük bir "görece artık değer" durumu da değil. Çağımızın yeni Taylorlar'ını, vicdanları, akılları ve hepimiznekadardayapınınesirioldukları kutsuyorum.

http://www.perkotek.com.tr/

pembe pancurlu bi şablonumuz olsun istedim, kötü mü ettim?

arendt ve freedom falan filan tabii, bu gecenin konusu ama bi yandan da şablonlar.

beraber taşınılan bir eve halı, perde, ne biliyim banyo kaplaması, duvar posteri, teflon tencere (hiç "beraber" taşınmadım eve, cahilim, evet) seçmek gibi bir şey olsa gerek bu.

bende şöyle bir şeyler var, bakın bakalım:



(şaka şaka)

(işte bu) (yaşasın kolektif ayak fetişizmi!)


(marka bağımlılığı kötü bişey olsa da...)


(neden "erkek bilogu" olduğunu anlamadığım için)


(birkaç iyi adam gidiyormuş berbere)


(bunu çok sevdim ama başlık büyük harf olursa "degil" olur. olmaz yani. şablonu degillemek...)

daha da çıkar kesin, taramalarım sürecek, eyçtiemel ustası arkadaşları (eyçti emel, direkt beyaz türk feminist bakırköy muhtar adayı ismi) yeşil sahalarda görmek isteriz.

yeşil çoraplarıyla

(ikinehir'e istatistik: 6'da 4 ve gittikçe artıyor, durduramıyoruz...)

15 Mart 2009 Pazar

iyi ki...

ya o kadar da seviyorum halbuki kelimeleri.. kaç zamandır bir heyecan, bir sığmamazlık, ama daha kocamanı, bir çekince, bir ürkme... nedense. kafamı çıkarıp uzatsam yerler mi, kelimelerimi ortaya saçsam küserler mi, yanyana koysak yakışırlar mı, aman nedir ki bu ürkeklik, ne güzel oldu işte... türlü ikiliklerde ne güzellikler yakalanıyor, ne güzellikler doğuruluyor, ne güzellikler boğuyor boğuyor nefes aldırmıyor, alsak bazılarını tutsak getirsek koysak baksak şöyle uzaktan sevsek kızsak içimizden çıktıktan üç saniye sonra bir daha tanımasak belki ama dönüp bakıp gülümsesek o çoraplara, herkesin elinde kalmış ayağına yakışmış yastığının altına saklanmış çoraplarına... 

ben şimdi aynı şarkıları dinlemekten beyni uyuşmuş, aynı döngülere takılmaktan bunalmış, böyle birkaç kelimelik blog-olmayışlara bel bağlamış, yeni kamusallaşmış bir insan olarak, diyorum ki: iyi ki...


bir de... nasıl sevimli duruyor herkesin kelimeleri ayrı ayrı, farklı tellerden, nasıl sevdim hepsini aynı sayfada görmeyi, nasıl tanıyorum hepinizin sesini okurken, oley ya, ben de buna bayılıyorum...

Şu an artist, kayıtsız ve kuul rolünü oynadığım için diyorum ki buranın ne olduğu beni hiç enterese - evet hep böyle kullanmak istemiştim bu kelimeyi- etmiyor. Ne olursa olsun, iyilik hoşluk. Gıcık da olmak istersem burası bi blog ağmaa diyebilirim. Fakat olay bu değil, olay şu:

Sayfalarca yazıyla, saatlerce konuşmayla, binlerce tarifle anlatmaya çalışırken bazen, birisinin çıkıp

Elde çorap yatakta otururken halıya takılı kalmak

diyerek, 12'den vurması.

Bana böyle şeylerle gelin, bayılıyorum.

ayak bastı

Sözcükler arası hendeklere düşük yarım akıllar yürütenler, çok ama çok zaman tüketenler ! Bir söz için gereken bir tekmeden fazlası değil!

Bir vur bin ah işit, tam da öyle oldu. Bunu diyenler çok da eskiden konuşmuştu.

Ayak basmak böylesine hırçın mı olmalıydı?

Ayak basmak beklendiyse, olmalı.

Buraya gelmek bir veya daha fazla yoldan oldu.

Yol üstünde batan dikenler vardı, yamalı ama bir zırha tamlandılar. Zırh korunaklı, zırh soğuk.

Tek tek ayıklama vakti, yenilerine yer için.

Belki bir tüy konacak belki bir diken batacak.

Ancak dökülmeli, tüy de olsa ağır geliyor.

Ayak bastı hırçınlığı dökmekten.

Doğum gibi sancılı olmadıkça, konuşmuyordum.

Kabızlık, ishale yeğdi.

Doğuruyoruz.

Tekmeye saygım sonsuz, tekmeye borcumu döküyorum.

Yara bere içinde kalmak istemenin belgesi olsun bu da en birinci notere.

Al gözüne sokuyorum!

Hangi salak demiş?

Bu bir blog değil.

14 Mart 2009 Cumartesi

bu bir çağrı


bakmaya, 

dinlemeye,

izlemeye, 

dokunmaya,

hissetmeye,

anlamaya,

duymaya,

görmeye,

yazmaya.

yılmaz özdil gibi yazmamaya.

bu bir puroce.

siz etrafa baktığınız, etrafı dinlediğiniz, duyduğunuz, hissettiğiniz, sonra da yazdığınız sürece.

yazın! yazın!