17 Mart 2009 Salı

Meçhul Öğrenci Anıtı

buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
bir teneffüs daha yaşasaydı
tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
devlet dersinde öldürülmüştür

devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
maveraünnehir nereye dökülür?
en arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine'dir

bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

o günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

Ece Ayhan

16 Mart 2009 Pazartesi

mini mini Taylorlar


Demin televizyonun önünden daha fazla dayanamayarak kalktım çünkü NTV'de "Sade Vatandaş" programında mavi yakalı işçilerin tuvalete gitme rutinlerini belirleyecek bir takip-disiplin sisteminin kurucusu bir patron, sistemin neden makul yanları olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Programın benim izlediğim kısmına telefonla katılan bir başka patron ve bir işçi ise sistemin makul olduklarını desteklediler. Bu tartışmalar sürerken Britanya'da 1800'lerdeki çalışma koşullarını ya da Taylor'un 1800'lerin sonuna doğru temellerini attığı "işletme bilimi"ni hatırlamak işten değildi tabii. Esnek üretim-istihdam döneminde olduğumuz gerçeğinin yanı sıra biz yine de tekstilde emek yoğun üretimin devam ettiğini, vaktin nakit olduğunu biliyoruz. İşçilerin mesai saatleri içerisindeki tuvalet ziyaretlerini takip ve disiplin etmeyi planlayan bir kart sistemiyle, "kuzuyu kurttan ayırmamız" mümkün hale gelebilirmiş. Zira kimi işçiler kaytarabiliyormuş. Yani Perkotek firmasının bundan başka çeşitli gözetleme araçlarıyla birlikte işe ayrılacak sürenin yüksek ölçüde "kestirilebilir" olması amaçlanıyor. Sadece bana değil birçoklarına bir yerlerden ak sakallı dedenin "mutlak artık değer" dediğini duyar gibi oluyorum. Bir mesai gününde kar marjını arttırmak yolunda en basit yoldan mesai süresinin uzatılmaya çalışması... Yani üstü örtük bir "görece artık değer" durumu da değil. Çağımızın yeni Taylorlar'ını, vicdanları, akılları ve hepimiznekadardayapınınesirioldukları kutsuyorum.

http://www.perkotek.com.tr/

pembe pancurlu bi şablonumuz olsun istedim, kötü mü ettim?

arendt ve freedom falan filan tabii, bu gecenin konusu ama bi yandan da şablonlar.

beraber taşınılan bir eve halı, perde, ne biliyim banyo kaplaması, duvar posteri, teflon tencere (hiç "beraber" taşınmadım eve, cahilim, evet) seçmek gibi bir şey olsa gerek bu.

bende şöyle bir şeyler var, bakın bakalım:



(şaka şaka)

(işte bu) (yaşasın kolektif ayak fetişizmi!)


(marka bağımlılığı kötü bişey olsa da...)


(neden "erkek bilogu" olduğunu anlamadığım için)


(birkaç iyi adam gidiyormuş berbere)


(bunu çok sevdim ama başlık büyük harf olursa "degil" olur. olmaz yani. şablonu degillemek...)

daha da çıkar kesin, taramalarım sürecek, eyçtiemel ustası arkadaşları (eyçti emel, direkt beyaz türk feminist bakırköy muhtar adayı ismi) yeşil sahalarda görmek isteriz.

yeşil çoraplarıyla

(ikinehir'e istatistik: 6'da 4 ve gittikçe artıyor, durduramıyoruz...)

15 Mart 2009 Pazar

iyi ki...

ya o kadar da seviyorum halbuki kelimeleri.. kaç zamandır bir heyecan, bir sığmamazlık, ama daha kocamanı, bir çekince, bir ürkme... nedense. kafamı çıkarıp uzatsam yerler mi, kelimelerimi ortaya saçsam küserler mi, yanyana koysak yakışırlar mı, aman nedir ki bu ürkeklik, ne güzel oldu işte... türlü ikiliklerde ne güzellikler yakalanıyor, ne güzellikler doğuruluyor, ne güzellikler boğuyor boğuyor nefes aldırmıyor, alsak bazılarını tutsak getirsek koysak baksak şöyle uzaktan sevsek kızsak içimizden çıktıktan üç saniye sonra bir daha tanımasak belki ama dönüp bakıp gülümsesek o çoraplara, herkesin elinde kalmış ayağına yakışmış yastığının altına saklanmış çoraplarına... 

ben şimdi aynı şarkıları dinlemekten beyni uyuşmuş, aynı döngülere takılmaktan bunalmış, böyle birkaç kelimelik blog-olmayışlara bel bağlamış, yeni kamusallaşmış bir insan olarak, diyorum ki: iyi ki...


bir de... nasıl sevimli duruyor herkesin kelimeleri ayrı ayrı, farklı tellerden, nasıl sevdim hepsini aynı sayfada görmeyi, nasıl tanıyorum hepinizin sesini okurken, oley ya, ben de buna bayılıyorum...

Şu an artist, kayıtsız ve kuul rolünü oynadığım için diyorum ki buranın ne olduğu beni hiç enterese - evet hep böyle kullanmak istemiştim bu kelimeyi- etmiyor. Ne olursa olsun, iyilik hoşluk. Gıcık da olmak istersem burası bi blog ağmaa diyebilirim. Fakat olay bu değil, olay şu:

Sayfalarca yazıyla, saatlerce konuşmayla, binlerce tarifle anlatmaya çalışırken bazen, birisinin çıkıp

Elde çorap yatakta otururken halıya takılı kalmak

diyerek, 12'den vurması.

Bana böyle şeylerle gelin, bayılıyorum.

ayak bastı

Sözcükler arası hendeklere düşük yarım akıllar yürütenler, çok ama çok zaman tüketenler ! Bir söz için gereken bir tekmeden fazlası değil!

Bir vur bin ah işit, tam da öyle oldu. Bunu diyenler çok da eskiden konuşmuştu.

Ayak basmak böylesine hırçın mı olmalıydı?

Ayak basmak beklendiyse, olmalı.

Buraya gelmek bir veya daha fazla yoldan oldu.

Yol üstünde batan dikenler vardı, yamalı ama bir zırha tamlandılar. Zırh korunaklı, zırh soğuk.

Tek tek ayıklama vakti, yenilerine yer için.

Belki bir tüy konacak belki bir diken batacak.

Ancak dökülmeli, tüy de olsa ağır geliyor.

Ayak bastı hırçınlığı dökmekten.

Doğum gibi sancılı olmadıkça, konuşmuyordum.

Kabızlık, ishale yeğdi.

Doğuruyoruz.

Tekmeye saygım sonsuz, tekmeye borcumu döküyorum.

Yara bere içinde kalmak istemenin belgesi olsun bu da en birinci notere.

Al gözüne sokuyorum!

Hangi salak demiş?

Bu bir blog değil.

14 Mart 2009 Cumartesi

bu bir çağrı


bakmaya, 

dinlemeye,

izlemeye, 

dokunmaya,

hissetmeye,

anlamaya,

duymaya,

görmeye,

yazmaya.

yılmaz özdil gibi yazmamaya.

bu bir puroce.

siz etrafa baktığınız, etrafı dinlediğiniz, duyduğunuz, hissettiğiniz, sonra da yazdığınız sürece.

yazın! yazın!