HEPİMİZ "ERDEMLİ VATANDAŞLAR” MIYIZ?
Fuat Keyman, 24.05.2009 tarihli Radikal İki'de yayınlanan "Erdemli Vatandaşlar Ölmez" yazısında, Türkan Saylan'a neden sahip çıkmak gerektiğini, kitlelerin (kendisine göre) Hrant Dink'e sahip çıkma gerekçeleriyle örtüştürerek anlatıyor. Keyman'a göre, Türkan Saylan da, tıpkı Hrant Dink gibi “erdemli vatandaş”ı temsil ettiği için sevildi, sahiplenildi ve cenazesi onbinlerce kişinin katıldığı bir politik harekete dönüştü. Benzer bir açıklamayı, cenazeye katıldığı sırada televizyonlara demeç veren Ufuk Uras'tan da dinlemiştik. Ufuk Uras Hrant Dink cenazesine katılan insanlarla Türkan Saylan cenazesine katılan insanları bir nevi eşlemiş ve cenazelerde bir araya gelen “bu” kitlenin siyasi temsiliyetinin sağlanması gerektiğini söylemişti. Benzer kitleler ve tek bir siyasi temsiliyet. Ortak payda, eğer Keyman'ı takip edeceksek, “erdemli vatandaş” olmak. Peki bu ne demek? Türkan Saylan için sokaklara dökülenler ne için orada olduklarını biliyorlardır elbette, onlar adına konuşamam; ama Hrant Dink için sokakta olmuş birisi olarak, ben “erdemli vatandaş Hrant” için mi yürüdüm? Öyle olmadığını sanıyorum ve umuyorum. Dahası Keyman'ın ve Uras'ın bu yorumlarının, Hrant Dink cinayeti sonrası örgütlenen muhalefetin karakteriyle direkt alakalı olduğunu düşünüyorum.
Hrant Dink Türkiye politik alanının ve resmi ideolojinin “öteki”sinin vücut bulmuş haliydi. Saldırılması meşru, Agamben'den alırsak “öldürülen ama kurban olarak kabul edilmeyecek olan kutsal insan” olarak, mütemadiyen saldırıldı kendisine. Çağrıldığı televizyon programlarında karşısına çıktığı insanlar, Hrant Dink üzerinden temsil ettiği her şeye olan nefretlerini gösterdiler, kendi ötekileriyle hesaplaşmaları her zaman küfür dolu oldu. Mahkemeler, Dink'ın temsil ettiği “içimizdeki öteki” haliyle mütemadiyen hesaplaşmaya çalıştı, yargı ve “sivil” toplum, el ele bir linç faaliyeti yürüttüler. Burada savaşılan, Hrant'ın “erdemli vatandaş” olma kimliği değildi, tam tersine, bu ülkenin kurucu kodlarında belirtilen “erdem” ve “vatandaşlık” hallerinin Hrant Dink'e asla uymuyor oluşuydu. O, Türkiye'de tanımlanan haliyle vatandaşlığın bir tür antiteziydi. Sürekli gözümüzün önündeki varlığı, reddettiğimiz ötekinin aslında bir zamanlar gerçekten burada olduğunu, kendisine ait bir sözünün olduğunu, bu sözün bizim sözlerimizi birçok yerinden kestiğini ve aslında cumhuriyetin kodladığı “biz” varlığının, tek başına hiçbir anlamı olmadığını gösteriyordu. O, kendimizi inşa ederken ötekiyle karşılaşmak, kendi içimizdeki ötekiyi görmek ve öteki olmak için kendimizi reddetmek süreçlerinde Türkiye’de birçoklarına kendini yeniden tanımlama gerekliliğini, başka birçoklarına da bu toplumsal yeniden tanımlama süreciyle savaşma mecburiyetini gösterdi. Bunu, “erdem”iyle değil, varlığı ve konuşuyor olmasıyla, bunlar için ettiği mücadeleyle, sadece hareket halinde olmasıyla yaptı. Bu anlamda Hrant Dink'in öldürülmesi, cinayetin hemen arkasından toplanan kalabalık, cenazede toplanan kalabalık, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının hareketin odak noktası olması ve daha sonra buna karşı geliştirilen tepkiler, ne birbirleriyle ne de Hrant Dink'in yaşadığı zamanlarla çelişen olaylardı. Cinayet, Hrant Dink'in (ve aslında kendilerinin) ötekiliğini reddedenlerin, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı da, kendi ötekisini bulma yolunda kendi Türklüğüyle savaşmayı seçenlerin duruşlarının bir tür zirve yaptığı hallerdi.
Fuat Keyman'ın “Hepimiz Türkan Hoca'yız” sloganını, Hrant Dink'le ortak gördüğü “erdemli vatandaş olmak” üzerinden açıklaması, gerek Hrant Dink'in, gerekse de onun cenazesinde bir araya gelmiş, farklı amaçlarla, farklı duygularla, farklı siyasi ve kültürel bagajlar taşıyarak yürüyen yüzbinlerin sesi üzerinde ipotek koyması anlamına geliyor. Kendi politik duruşu içinde Saylan ve Dink'i eşlemek mantıklı ya da faydalı olabilir ve bu kişisel bir tercihtir; ancak “Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz”in temsil ettiği tüm karmaşık, çelişkili ve çok sesli halleri görmezden gelerek “erdemli vatandaş” bağlamına sıkıştırmaya hakkı yok.
“Erdemli vatandaş”, iyi ihtimalle Habermasçı bir boş-gösteren, kötüsünde ise Kemalist Cumhuriyet projesinin kendi amacını tanımlama biçimidir. Cumhuriyet, zaten hepimizden Türkan Saylan olmamızı istemiştir. Cenazesinde bile “Atatürk'ün kızı” olarak lanse edilen Saylan, Kemalist modernleşmenin belki de en mükemmel sonucudur. Kendisini her zaman kadın politikaları üzerinden tanımlayan, kendi ötekileriyle kurduğu iktidar mücadelelerini çoğunlukla kadın bedeni üzerinde gerçekleştiren bu otoriter modernleşme hikâyesi, Türkan Saylan tipi, kendisini cumhuriyetle özdeşleştirmiş, kendini cahil cühelanın aydınlanmasına vakfetmiş, başı, zihni, vicdanı açıkinsanlar yetiştirmeye çalışmıştır. Türkan Saylan'ın kendi kişisel özellikleri yüzünden çok başarılı olmuş olması, binlerce insanın hayatına çok pozitif katkılarının olması, birçoklarının ideolojik formasyonuyla örtüşen ve onları besleyen bir dünya görüşü olması, onun Türkiye'deki egemen ideolojinin ürettiği bir figür olduğu gerçeğini değiştirmez. Hepimizin içinden geçtiğimiz eğitim müfredatının mükemmel sonucunu temsil eden bir insanın isminin, sanki egemenlerin, bir “kimlik olarak Türkan Saylan olmak”la ilgili bir sorunu varmış gibi bir slogan haline gelmesi, paradoksaldır. Bu paradoksu, “erdemli vatandaş”lık üzerinden çözmeye çalışan Keyman'ın ya da Uras'ın, Hrant Dink ismiyle Türkan Saylan'ı aynı paydada toplamasına imkan veren iki sebep olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda değinemeyeceğim ilk sebep, sınıfsal ve mekansal bir analiz gerektiriyor, Hrant Dink’in de Türkan Saylan’ın da, merkez medya tarafından yönlendirilen “Beyaz Türk” hassasiyetlerine dokunduğu bir gerçek, ama bu yazıda üstünde duracağım asıl sebep ikincisi: Hrant Dink cinayeti sonrası yapılan muhalefetin karakteri.
Hrant Dink cinayeti davasının görüşüldüğü günlerde “Hrant'ın Arkadaşlar'ı”, Beşiktaş Vapur İskelesi'nin önündeki açıklıkta bir araya geliyor ve davanın sahibi, tanığı ve takipçisi olduklarını duyuruyorlar. Davanın görüldüğü Beşiktaş 1. Ağır Ceza Mahkemesi'ni asla görme ya da oradakilere sesini ulaştırma ihtimali olmayan, mahkemedekilerin ya da mahkeme salonu önünde bekleyen polislerin de asla göremeyeceği ya duyamayacağı bu birkaç yüz insan, bir-iki saat orada durduktan sonra dağılıyorlar. Bırakın mahkemeyi, gündelik hayatlarına devam eden insanların bile o izole kalabalıkla karşılaşmaları imkansıza yakın. Bunun için özellikle oraya giden insanlar dışında, kimsenin hayatına dokunmayan bir eylem yeri ve biçimi. Gündem o sıra pek yoğun değilse haberlerde birkaç saniye için onlardan bahsediliyor ve bir sonraki duruşmaya kadar gündemden çıkıyorlar. Bu muhalefet biçiminin ne ifade ettiğinin, ne işe yaradığının sorgulanması gerekiyor. Orada bulunduğum seferlerde gördüğüm şey, mahkemenin fiziksel varlığıyla ilişkisi kesilen, mücadele etmekle olan bağlarını koparmış ve kazanılan alanı (Beşiktaş iskelesi önü) korumak birincil amaçlardan birine dönüşmüş bir hareket(sizlik)ti.
Kazanılan alan, sadece Beşiktaş İskelesi önüyle sınırlı değil aslında. Hrant Dink öldürüldükten sonra ortaya muhalif bir iktidar alanı çıktı, muhalefetin nasıl örgütleneceği, söylemin nasıl oluşturulacağı, yasa ve düzenle nereye kadar uyuşulacağı, nereye kadar bunlara zıt gidileceği soruları üzerinde bir iktidar mücadelesi yaşandı, hâlâ da bir ölçüde yaşandığını varsayabiliriz ama bu mücadelenin geçen zaman içinde belli kazananları oldu. Kişiler ve kurumlar üzerinden dedikodu merkezli tartışmalar yürütme amacında değilim, bence elimizdeki sonuca bakmamız yeterli: İnsan hayatını kesmeyen, sokağın gerçekliğini reddeden, yargının ve polisin gözetiminde ama görünürlüğünde olmayan bir eylem biçimi ve söylemsel gücünü, radikalliğini kaybetmiş, cenazede toplanan kitlelerin yüzde birini toplamaktan aciz, belki de Keyman'ın çok doğru biçimde ortaya koyduğu “erdemli insan Hrant”ın, “Hrant arkadaşı” olmanın ötesinde bir şeyler söyleme yetisini cenazede bırakmış bir muhalefet. Bu muhalefet özgün ve bir şeyler değiştirme potansiyeli olan söylemsel alanını kuramadığı için, boş-gösteren bazı kavramlar bile, bu muhalefetin elindeki sloganlarla yer değiştirebilir hale geldi. (Burada bir not düşmeliyim: Hrant Dink için yapılan eylemlere katılan insanların heterojen yapısını ve hayatlarının başka alanlarında girdikleri türlü mücadeleleri görmezden geliyor değilim. Sorunum, Hrant Dink sonrası oluşmuş olan –egemen- muhalif dil ve onun yapma biçimleriyle.)
SONUÇ YERİNE: “HEPİMİZ ERMENİ'YİZ”DEN “HEPİMİZ ERDEMLİYİZ”E
Türkan Saylan'ın son yılları çeşitli politik mücadeleler ve haksızlıklar içinde geçmiş olabilir. Tüm Türkiye vatandaşları için “var” kabul edilmesi gereken hukuki adaletsizlikler ona da rastlamış, dahası bu rastlaşmalar AKP hükümetinin çeşitli amaçlarıyla bilinçli biçimde kesişmiş olabilir. Bunlara karşı sadece Türkan Saylan'ın ideolojik saiklerini savunan insanların değil, Türkiye'de hukuk ve demokrasi mücadelesi veren herkesin itirazı olması da gayet meşrudur. Ancak bunu yaparken, bambaşka bir tarihi, bambaşka ilişkisellikleri, bambaşka acıları ve kimlikleri temsil eden sloganların içinin boşaltılarak kullanılması, farklı tarihlerin birbiriyle eşlenmesi, çeşitli boş-gösterenlerle tanımlanır hale gelinmesi, bence kabul edilemez. Türkan Saylan'ın cenazesinde oluşan havadan ve Türkan Saylan'ın Hrant Dink'le politik olarak denk kabul edilmesinden muhtemelen rahatsız olan “Hrant'ın Arkadaşları”, “Hepimiz Hrant'iz, Hepimiz Ermeni'yiz” sloganının içinin bu denli boşaltılabiliyor olmasında kendi paylarını da sorgulamalılar. Yoksa, tıpkı “Dünya Türk olacak, yurtta barış Dünya'da barış olacak” diyen ultra-milliyetçi sloganın umduğu gibi, bir gün “hepimiz erdemli vatandaşlar” olacağız ve hiçbir derdimiz kalmayacak.
(taraf, 13 Haziran)
3 yorum:
aslında bu türkan saylan mevzuunda tanıl bora'nın 'farklı' bir yazısı vardı, okumuşsunuzdur belki:
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=373&dyid=5561&dergiyazi=T%FCrkan%20Saylan:%20Bir%20%DDstisna
açıkçası 'ölüm' kavramına olan yaklaşımımın da etkisiyle sanırım, hiç tanımadığım birinin ölümü beni çok üzmüyor, hatta hiç üzmüyor. biri senin fotoğrafını çekerken hissettiğin proustçu zaman duygusuna benzer bir şey hisseder gibi oluyorum o kadar. muhsin yazıcıoğlu gibi bir katilin ölümüne haliyle üzülmedim, haluk kırcı'nın ölmesinden farkı yok benim gözümde. buna zıt olarak, hrant dink, yazdıkları çok görünür olmadığından okuyamasam da, söylemi/yaptıkları açısından sevdiğim-önemsediğim-değerini bildiğim biriydi. velhasıl fuat keyman'ın gözünden kaçırdığı bir şey de şu sanırım: hrant dink, türkan saylan'ın aksine, ölmedi x ÖLDÜRÜLDÜ! savundukları, fikirleri yüzünden yaşamak isteyen bir adamın öldürülmesinin bizde uyandırması gereken duygu, üzüntü ve kederden önce, öfkedir. hele ki bu cinayetin asıl sorumlularının bulunması konusunda devletin gösterdiği isteksizliği de hesaba katınca, öfke de diyemiyorum hissettiğim/hissetmemiz gereken şeye, daha da ötesi. hal böyleyken, türkan saylan'ın cenazesini ergenekon davasını eleştirmek için kullanan insanlarla, hrant dink cinayetinin ardından hakkını aramak için örgütlenen muhalefeti eşlemeye çalışmayı en hafif ifadeyle samimiyetsiz buluyorum.
tanıl bora, muhtemelen yıldırım türker ile birlikte siyasi herhangi bir konuda misakı milli dahilinde görüşüne güvenilebilecek iki kişiden biri. mahut yazıyı okumadan önce, benim kafamda canlanan 'türkan saylan' imgesi, türbanlı öğrencisine arkasını dönüp ders anlatan öğretim görevlisiyken, şimdi daha fazla sempati duymaya başladım kendisine.
son olarak, 'erdemli vatandaş' kodifikasyonuna pas atarak belirteyim: hrant dink cinayeti konusunda taraf olmak 'erdemli'liğin bir zaruretiyken, bir ölüm haberine üzülme(me)k içi ölü-materyalist-yakışıklı insan olmanın göstergesi olmaktan öte bir anlam ifade etmez.
gibi geliyor bana, yoksa bir şüphen mi var?
mevzubahis yazıdan sonra kafamdaki türkan saylan imgesi, cevdet bey ve oğulları'ndaki refik'e benzedi hatta öyle şey edeyim.
bora'nın yazısını yazım yayınlandıktan hemen sonra okudum ben de, doğrusu yaptığı yakın türkan saylan okumasının çok kıymetli olduğunu düşünsem ve bazı şeylere oldukça şaşırsam da, yazının genel olarak pek de iyi olduğunu düşünmüyorum. "bu kadın istisna" fikrinden yola çıkıp, sonra bu yolda bir kararsızlık yaşayıp yazıyı da öyle devam ettirdiğini düşündüm.
yıldırım türker ve tanıl bora'nın önemine, "en"li cümleler kurmasam da ben de katılıyorum, türker'in de türkan saylan için "o başkaydı" gibi bir yazı yazdığını da kayda düşmek lazım bu arada.
keyman'ın "ölmek" ve "öldürülmek" arasındaki söylediğin farkı pas geçmesi ise gerçekten çok acayip. keyman acayip bir adam zaten, sana aa vermesinden belli =)
Yorum Gönder