bu bir blog değil

20 Temmuz 2009 Pazartesi

thom'un yeni tipi, pardon şarkısı

tipini seviyim sana bi şey olmasın thom.

19 Temmuz 2009 Pazar

birgün'de oyunlar

birgün'ün bugünkü ekinde 3 sayfa oyunlar dosya konusu var. benim de oyungezer'deki "savaşan oyunlar, oynanan savaşlar" yazısının kısa bir hali. okuyalım okutalım, yorumlarımızı paylaşalım (fakat 1 lira'ya "halkın gazetesi" olmaz, kusura bakmayın ama).

21 Haziran 2009 Pazar

hepimiz "erdemli vatandaşlar" mıyız?


bilen biliyor, ben de artık tasdikli bir "ikinci cumhuriyetçi"yim. aşağıdaki yazının çok az kısaltılmış hali geçen cumartesi günü taraf'ta yayınlandı. ben de internete koysunlar diye onlara bir hafta süre verdim, ama hertaraf bölümünden koydukları son yazı 1 haziran tarihli. pek ümit yok yani. bugün fuat keyman da radikal 2'de bana cevap vermeye tenezzül etmeyince (asıl olarak şöyle: "cevap veremedi ki, cevap veremedi ki!"), bubirblogdegil'in zamanı gelmiş oldu bence.


okumayanlar okusun, ayılan bayılan c/p yapsın, sevmeyen bana laflar hazırlasın yazsın deyü. bakın ben ne laflar hazırlamışım çeşitli kimselere.


not: mail adresimi yanlış yazan taraf'a ayrıca laflar hazırlıycam.


sonradan gelen not 2: http://www.taraf.com.tr/haber/36257.htm




HEPİMİZ "ERDEMLİ VATANDAŞLAR” MIYIZ?


Fuat Keyman, 24.05.2009 tarihli Radikal İki'de yayınlanan "Erdemli Vatandaşlar Ölmez" yazısında, Türkan Saylan'a neden sahip çıkmak gerektiğini, kitlelerin (kendisine göre) Hrant Dink'e sahip çıkma gerekçeleriyle örtüştürerek anlatıyor. Keyman'a göre, Türkan Saylan da, tıpkı Hrant Dink gibi “erdemli vatandaş”ı temsil ettiği için sevildi, sahiplenildi ve cenazesi onbinlerce kişinin katıldığı bir politik harekete dönüştü. Benzer bir açıklamayı, cenazeye katıldığı sırada televizyonlara demeç veren Ufuk Uras'tan da dinlemiştik. Ufuk Uras Hrant Dink cenazesine katılan insanlarla Türkan Saylan cenazesine katılan insanları bir nevi eşlemiş ve cenazelerde bir araya gelen “bu” kitlenin siyasi temsiliyetinin sağlanması gerektiğini söylemişti. Benzer kitleler ve tek bir siyasi temsiliyet. Ortak payda, eğer Keyman'ı takip edeceksek, “erdemli vatandaş” olmak. Peki bu ne demek? Türkan Saylan için sokaklara dökülenler ne için orada olduklarını biliyorlardır elbette, onlar adına konuşamam; ama Hrant Dink için sokakta olmuş birisi olarak, ben “erdemli vatandaş Hrant” için mi yürüdüm? Öyle olmadığını sanıyorum ve umuyorum. Dahası Keyman'ın ve Uras'ın bu yorumlarının, Hrant Dink cinayeti sonrası örgütlenen muhalefetin karakteriyle direkt alakalı olduğunu düşünüyorum.


Hrant Dink Türkiye politik alanının ve resmi ideolojinin “öteki”sinin vücut bulmuş haliydi. Saldırılması meşru, Agamben'den alırsak “öldürülen ama kurban olarak kabul edilmeyecek olan kutsal insan” olarak, mütemadiyen saldırıldı kendisine. Çağrıldığı televizyon programlarında karşısına çıktığı insanlar, Hrant Dink üzerinden temsil ettiği her şeye olan nefretlerini gösterdiler, kendi ötekileriyle hesaplaşmaları her zaman küfür dolu oldu. Mahkemeler, Dink'ın temsil ettiği “içimizdeki öteki” haliyle mütemadiyen hesaplaşmaya çalıştı, yargı ve “sivil” toplum, el ele bir linç faaliyeti yürüttüler. Burada savaşılan, Hrant'ın “erdemli vatandaş” olma kimliği değildi, tam tersine, bu ülkenin kurucu kodlarında belirtilen “erdem” ve “vatandaşlık” hallerinin Hrant Dink'e asla uymuyor oluşuydu. O, Türkiye'de tanımlanan haliyle vatandaşlığın bir tür antiteziydi. Sürekli gözümüzün önündeki varlığı, reddettiğimiz ötekinin aslında bir zamanlar gerçekten burada olduğunu, kendisine ait bir sözünün olduğunu, bu sözün bizim sözlerimizi birçok yerinden kestiğini ve aslında cumhuriyetin kodladığı “biz” varlığının, tek başına hiçbir anlamı olmadığını gösteriyordu. O, kendimizi inşa ederken ötekiyle karşılaşmak, kendi içimizdeki ötekiyi görmek ve öteki olmak için kendimizi reddetmek süreçlerinde Türkiye’de birçoklarına kendini yeniden tanımlama gerekliliğini, başka birçoklarına da bu toplumsal yeniden tanımlama süreciyle savaşma mecburiyetini gösterdi. Bunu, “erdem”iyle değil, varlığı ve konuşuyor olmasıyla, bunlar için ettiği mücadeleyle, sadece hareket halinde olmasıyla yaptı. Bu anlamda Hrant Dink'in öldürülmesi, cinayetin hemen arkasından toplanan kalabalık, cenazede toplanan kalabalık, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının hareketin odak noktası olması ve daha sonra buna karşı geliştirilen tepkiler, ne birbirleriyle ne de Hrant Dink'in yaşadığı zamanlarla çelişen olaylardı. Cinayet, Hrant Dink'in (ve aslında kendilerinin) ötekiliğini reddedenlerin, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı da, kendi ötekisini bulma yolunda kendi Türklüğüyle savaşmayı seçenlerin duruşlarının bir tür zirve yaptığı hallerdi.


Fuat Keyman'ın “Hepimiz Türkan Hoca'yız” sloganını, Hrant Dink'le ortak gördüğü “erdemli vatandaş olmak” üzerinden açıklaması, gerek Hrant Dink'in, gerekse de onun cenazesinde bir araya gelmiş, farklı amaçlarla, farklı duygularla, farklı siyasi ve kültürel bagajlar taşıyarak yürüyen yüzbinlerin sesi üzerinde ipotek koyması anlamına geliyor. Kendi politik duruşu içinde Saylan ve Dink'i eşlemek mantıklı ya da faydalı olabilir ve bu kişisel bir tercihtir; ancak “Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz”in temsil ettiği tüm karmaşık, çelişkili ve çok sesli halleri görmezden gelerek “erdemli vatandaş” bağlamına sıkıştırmaya hakkı yok.


“Erdemli vatandaş”, iyi ihtimalle Habermasçı bir boş-gösteren, kötüsünde ise Kemalist Cumhuriyet projesinin kendi amacını tanımlama biçimidir. Cumhuriyet, zaten hepimizden Türkan Saylan olmamızı istemiştir. Cenazesinde bile “Atatürk'ün kızı” olarak lanse edilen Saylan, Kemalist modernleşmenin belki de en mükemmel sonucudur. Kendisini her zaman kadın politikaları üzerinden tanımlayan, kendi ötekileriyle kurduğu iktidar mücadelelerini çoğunlukla kadın bedeni üzerinde gerçekleştiren bu otoriter modernleşme hikâyesi, Türkan Saylan tipi, kendisini cumhuriyetle özdeşleştirmiş, kendini cahil cühelanın aydınlanmasına vakfetmiş, başı, zihni, vicdanı açıkinsanlar yetiştirmeye çalışmıştır. Türkan Saylan'ın kendi kişisel özellikleri yüzünden çok başarılı olmuş olması, binlerce insanın hayatına çok pozitif katkılarının olması, birçoklarının ideolojik formasyonuyla örtüşen ve onları besleyen bir dünya görüşü olması, onun Türkiye'deki egemen ideolojinin ürettiği bir figür olduğu gerçeğini değiştirmez. Hepimizin içinden geçtiğimiz eğitim müfredatının mükemmel sonucunu temsil eden bir insanın isminin, sanki egemenlerin, bir “kimlik olarak Türkan Saylan olmak”la ilgili bir sorunu varmış gibi bir slogan haline gelmesi, paradoksaldır. Bu paradoksu, “erdemli vatandaş”lık üzerinden çözmeye çalışan Keyman'ın ya da Uras'ın, Hrant Dink ismiyle Türkan Saylan'ı aynı paydada toplamasına imkan veren iki sebep olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda değinemeyeceğim ilk sebep, sınıfsal ve mekansal bir analiz gerektiriyor, Hrant Dink’in de Türkan Saylan’ın da, merkez medya tarafından yönlendirilen “Beyaz Türk” hassasiyetlerine dokunduğu bir gerçek, ama bu yazıda üstünde duracağım asıl sebep ikincisi: Hrant Dink cinayeti sonrası yapılan muhalefetin karakteri.


Hrant Dink cinayeti davasının görüşüldüğü günlerde “Hrant'ın Arkadaşlar'ı”, Beşiktaş Vapur İskelesi'nin önündeki açıklıkta bir araya geliyor ve davanın sahibi, tanığı ve takipçisi olduklarını duyuruyorlar. Davanın görüldüğü Beşiktaş 1. Ağır Ceza Mahkemesi'ni asla görme ya da oradakilere sesini ulaştırma ihtimali olmayan, mahkemedekilerin ya da mahkeme salonu önünde bekleyen polislerin de asla göremeyeceği ya duyamayacağı bu birkaç yüz insan, bir-iki saat orada durduktan sonra dağılıyorlar. Bırakın mahkemeyi, gündelik hayatlarına devam eden insanların bile o izole kalabalıkla karşılaşmaları imkansıza yakın. Bunun için özellikle oraya giden insanlar dışında, kimsenin hayatına dokunmayan bir eylem yeri ve biçimi. Gündem o sıra pek yoğun değilse haberlerde birkaç saniye için onlardan bahsediliyor ve bir sonraki duruşmaya kadar gündemden çıkıyorlar. Bu muhalefet biçiminin ne ifade ettiğinin, ne işe yaradığının sorgulanması gerekiyor. Orada bulunduğum seferlerde gördüğüm şey, mahkemenin fiziksel varlığıyla ilişkisi kesilen, mücadele etmekle olan bağlarını koparmış ve kazanılan alanı (Beşiktaş iskelesi önü) korumak birincil amaçlardan birine dönüşmüş bir hareket(sizlik)ti.


Kazanılan alan, sadece Beşiktaş İskelesi önüyle sınırlı değil aslında. Hrant Dink öldürüldükten sonra ortaya muhalif bir iktidar alanı çıktı, muhalefetin nasıl örgütleneceği, söylemin nasıl oluşturulacağı, yasa ve düzenle nereye kadar uyuşulacağı, nereye kadar bunlara zıt gidileceği soruları üzerinde bir iktidar mücadelesi yaşandı, hâlâ da bir ölçüde yaşandığını varsayabiliriz ama bu mücadelenin geçen zaman içinde belli kazananları oldu. Kişiler ve kurumlar üzerinden dedikodu merkezli tartışmalar yürütme amacında değilim, bence elimizdeki sonuca bakmamız yeterli: İnsan hayatını kesmeyen, sokağın gerçekliğini reddeden, yargının ve polisin gözetiminde ama görünürlüğünde olmayan bir eylem biçimi ve söylemsel gücünü, radikalliğini kaybetmiş, cenazede toplanan kitlelerin yüzde birini toplamaktan aciz, belki de Keyman'ın çok doğru biçimde ortaya koyduğu “erdemli insan Hrant”ın, “Hrant arkadaşı” olmanın ötesinde bir şeyler söyleme yetisini cenazede bırakmış bir muhalefet. Bu muhalefet özgün ve bir şeyler değiştirme potansiyeli olan söylemsel alanını kuramadığı için, boş-gösteren bazı kavramlar bile, bu muhalefetin elindeki sloganlarla yer değiştirebilir hale geldi. (Burada bir not düşmeliyim: Hrant Dink için yapılan eylemlere katılan insanların heterojen yapısını ve hayatlarının başka alanlarında girdikleri türlü mücadeleleri görmezden geliyor değilim. Sorunum, Hrant Dink sonrası oluşmuş olan –egemen- muhalif dil ve onun yapma biçimleriyle.)


SONUÇ YERİNE: “HEPİMİZ ERMENİ'YİZ”DEN “HEPİMİZ ERDEMLİYİZ”E

Türkan Saylan'ın son yılları çeşitli politik mücadeleler ve haksızlıklar içinde geçmiş olabilir. Tüm Türkiye vatandaşları için “var” kabul edilmesi gereken hukuki adaletsizlikler ona da rastlamış, dahası bu rastlaşmalar AKP hükümetinin çeşitli amaçlarıyla bilinçli biçimde kesişmiş olabilir. Bunlara karşı sadece Türkan Saylan'ın ideolojik saiklerini savunan insanların değil, Türkiye'de hukuk ve demokrasi mücadelesi veren herkesin itirazı olması da gayet meşrudur. Ancak bunu yaparken, bambaşka bir tarihi, bambaşka ilişkisellikleri, bambaşka acıları ve kimlikleri temsil eden sloganların içinin boşaltılarak kullanılması, farklı tarihlerin birbiriyle eşlenmesi, çeşitli boş-gösterenlerle tanımlanır hale gelinmesi, bence kabul edilemez. Türkan Saylan'ın cenazesinde oluşan havadan ve Türkan Saylan'ın Hrant Dink'le politik olarak denk kabul edilmesinden muhtemelen rahatsız olan “Hrant'ın Arkadaşları”, “Hepimiz Hrant'iz, Hepimiz Ermeni'yiz” sloganının içinin bu denli boşaltılabiliyor olmasında kendi paylarını da sorgulamalılar. Yoksa, tıpkı “Dünya Türk olacak, yurtta barış Dünya'da barış olacak” diyen ultra-milliyetçi sloganın umduğu gibi, bir gün “hepimiz erdemli vatandaşlar” olacağız ve hiçbir derdimiz kalmayacak.


(taraf, 13 Haziran)

16 Haziran 2009 Salı

murat uyurkulak oyungezer'de

Yetti okuduğun./Artık yaz./Yaz, âlemdeki son imzan bir kelime olacaktır zira./Güçlü olsan da yaz, zayıf olsan da.

Zayıfsan, bakma kim olduğuna, geç dalganı ferah feza güçlünün yazdıklarıyla./Güçlüysen bırak gülsünler yazdıklarına, ihtirasa kapılma./Umutsuzluk seni hapseder, ama kurtuluş bulamazsın o zindanda da./Zayıfın sığınağıdır kelime, güçlünün cümlesinden alır intikamını mutlaka.


murat uyurkulak röportajı temmuz'da oyungezer'de.

1 Haziran 2009 Pazartesi

hadi hadi gelin....





(evet, reklam amaçlı kullanıyorum. ama filmlerin her birinin düşündürdüklerini, akademik ve aktivist açılımlarını yazmadan evvel -yazarsam eğer- bir ses edeyim dedim. ben hep ordayım, gelin, izleyin, birlikte konuşalım...)



20 Mayıs 2009 Çarşamba

murat uyurkulak'la konuşmak (prelude)


       "Bilirim, kapışılmaz. Şıpınişi bir tarza oturtulabilecek, önceleyeni saptanabilecek bir roman değil, elimdeki. Yazarı da ortaya çıkıp romanını anlatmaya kalkışmayacak besbelli. Ama bu romanın beni neden bu kadar heyecanlandırdığını, okuduğum andan itibaren neden o romanla yatıp o romanla kalktığımı anlatmaya çalışmalıyım belki de. Böylesine koyu bir anlatı, kendi özel ışığını kendi yaratıyor, desem yeterli olur mu? Türkçe'ye olan aşkımdan söz etsem? Bu romanı okurken Türkçe'nin engin imkânları karşısında bir kez daha içim ışıdı desem? Böyle bir dil, böyle bir anlatı yaratılabiliyorsa, bu dünyada kalmakta yarar var, desem çok mu abartılı kaçar? Varsın, kaçsın. Yakın geçmişine kıçını dönmüş, ağzını umuda açmış oturan insanlara kendi havai fişekler patlatan dilini armağan eden, böylesine tenezzülsüz bir edebiyatçıya az bile. 
       
Tol, bize her şeyin parçalanabilirliğini hissettirdiği için, çok güçlü bir roman. Yazmanın, yaratmanın, varolmanın şehvetini hissettirdiği için. Siyasi çalkantı dönemlerini siyasetin kekeme lehçesine bir an olsun bulaşmadan yaşatabildiği için. Hiçbir çıkış yolu göstermediği, hayatı yolculuğun kendisi olarak yansıtabildiği için. " 

böyle yazmış yıldırım türker, ta 6buçuk sene önce, 3 Kasım 2002 radikal 2'sinde. türker'e bunları yazdıran adama soracağınız bir şeyler var mı?

17 Mayıs 2009 Pazar

"nasıl hocalar oluruz" kolektifi

şimdi bu blogun kayıtlı "bir elin parmakları ve biraz daha fazlası" yazarları arasında, sevi dışında hepimizin az ya da çok, öyle ya da böyle akademik geleceklerimiz olacak. ("yok benim olmayacak ben belgeselci olcam" diyen arkadaşa burdan sesleniyorum, şimdi olmazsan sonra olursun, biz bekleriz.) bu akademik geleceğin önemli bir kısmı da, derste olma halini içeriyor. sınıfta öğrenci karşısında olma, kürsüde olma, sınav yapma, paper okuma vs... hatta sanırım benim dışımda (ve sevi dışında) herkesin bu tecrübeyi az biraz tatmışlığı var, tiey'lik yollarında.

işbu yazı, geride bıraktığımız öğrencilik (ve tiey'lik) tecrübelerinden, yapma şeklini beğendiğimiz hocalardan, yapma şeklinden nefret ettiğimiz hocalardan, sevdiğimiz-sevmediğimiz derslerden falan elimizde kalanlarla, bizim nasıl "iyi" olabileceğimizi kolektif biçimde ortaya dökeceğimiz bir şey olsun istiyorum. hatta mesela kıyıda köşede kalmış okuma notları bile verilebilir sanki.

"kolektif" dedim, değil mi? yanlış söylemişim, "sadece ben yazayım ben okuyayım" demek istemiştim aslında, kısmet...

not: tüm yazarlar "edit" teknolojisine sahipler, bu yazıyı yeni şeylerle desteklemek mümkün.
not 2: kendimden bahsediyorum yani tüm yazarlar derken...


response paper meselesi

asla ve asla "her hafta" olmamalı. bir yerden sonra sadece efor testine dönüşüyor. bir insanın bir dersteki tüm konular hakkında, response yazacak kadar eleştirel ve konuya dahil olabilmesine imkan yok (varsa da istisnadır, yeminlen). mesela 12 haftaysa bir dönem, 6 tane, illa ısrar ediyosan 8 tane paper zorunlu olmalı, daha çok değil kesinlikle. isteyen yazsın, alsın ekstra puanlarını, yorumlarını, sen de "inek" de arkasından ama rica ediyorum zorunda bırakma geleceğin hocası. -varolmayan

asla ve asla "papersız" da olmamalı bir ders. sunum yapalım, muhabbet edelim, herkes okusun, devrim olsun, dünya barışı, çiçek böcek, olmuyor pek.. yazmak lazım, yazmak güzel şey, yazdıkça düşünüyor insan. bir de üniversite de olsa öğrenciyiz, zihniyet zor değişen birşey, yazman gerekmiyorsa okumazsın herşeyi. iki okuyan dersi götürür ama ders seni götürmez. öğrenci ağzından oldu bu yine, neyse mesaj şu: abartılmadığı takdirde response paper iyi birşey, makul (tabiri caiz olmayabilir ama, "ele gelecek göz yormayacak") uzunlukta ve sıklıkta. - oneiro

bilirim siz ne cinsiniz, vardir elinizde bir sema (scheme) ona gore paperlari bicip dikmektesiniz (bazan da dikip bicmekteyiz). ama hic yazdiginiz paper hakkinda bir de sozlu sinav verdiniz mi? bir de bunu denemelisiniz. dusuncelerimizi somutlasitirirken belki yazinin kendisinden degil ama yazi yazma bicimlerinin tekniklerinden kaynaklanan bir sekilendirmeye gidiyoruz. bazen ne dedigimiz degil nasil dedigimiz one cikiyor. en son ne zaman geri donup paperinizi okuyup cok anlamli bir cumlenin altini cizdiniz? dahasi her paperi yazarken radikal dusuncelerinizi verme niyetinde mi, yoksa bilgi eksikliginizi gizleme derdinde miydiniz? hepimiz bu konularda basariliyiz evet ama nereye kadar. bence sozlu sinav dedikleri (ama aslinda sadece yetersizligimizle yuzlesmeyi olumlandiran deneme sekli ) paper ya da sinava ek olarak cok daha uretmeyi tesvik edici olabilir. onlardanbiri

bir de first draft, nam-ı diğer birinci taslak (ama plan, müsvedde gibi değil, son halinin ilk hali gibi) faideli olabiliyor. özellikle de yakın okuma yapan, yorum ve eleştiri yazmaya üşenmeyen bir hoca ile çalışılırsa.. paper tamamlanıp kendisine olanca yabancılaşıldıktan sonra 1 hafta dinlenmeye bırakılır, sonra gelen yorumlar ışığında bir daha okunup sindirilir, cilalanır, uzayıp da bitemeyen, devrilip de toparlanamayan cümleler adam edilir, sonra gerekirse onlardanbiri'nin önerdiği sözlüye girilebilir. ikinehir ve benim gibi yazdıktan sonra koşarak kaçan insanlar için hem ilginç bir yüzleşme hem de verimli bir süreç olabilir/olmuşluğu vardır. - oneiro

-dipnot/referans meselesi
yani çok açık, hatta biraz yuh. okuma pakedi hazırlamak, iyi, güzel, hoş, ama dipnotu kitap arkasında olan makalelerin dipnotlarını dahil etmezsen okumalara, adamın/kadının söylediklerinin yarısını dışarıda bırakmış olmuyor musun sevgili geleceğin hocası? oluyorsun, o yüzden lütfen dikkat biraz, küfür ettirme arkandan öğrencilerine. -varolmayan